Liseye başladığım yıldı sanırım (2004’te
başladım), her gün okul çıkışı evime giden otobüse binmek için Sütlüce’den
Altıeylül Pasajı’nın oraya gitmek için o yolu yürürdüm. Önce kahvelerin
önünden, sonra bir kasap vardı –vitrinindeki etler maket gibi dururdu-, sonra
ayakkabıcı derken öyle bakına bakına giderdim. Dümdüz bir yol. Yolumun üzerinde
bir kitapçı vardı. Her gün geçerken vitrinindeki kitaplara bakardım. Bir gün
Peyami Safa’nın Yalnızız kitabını gördüm vitrinde. Kapağı görseldeki gibiydi. O
kitabı okumayı çok istemiştim.
Ben hiçbir zaman ailemden bir şey
isteyebilen bir çocuk olmadım. “Ben şu ayakkabıyı, pantolonu istiyorum.” diyemezdim.
Utanırdım bir kere. Yük olacakmışım gibi gelirdi. Babam hep yorgun gelirdi eve,
sonra ben okula başlayınca annem de çalışmaya başladı. Demek ki yetmiyor dedi
çocuk aklım. Çocukken insan fakirliğin ne demek olduğunu bilmiyor da büyüdükçe
anlamaya başlıyor. Hoş küçükken de isteyemezdim bir şey de… Gerçi istesem
alınırdı muhtemelen. Her ne kadar diğer çocuklar gibi her yeni çıkan şey
alınmasa da bana göre hiç eksiğim yoktu. Hala da öyle düşünürüm. Mahallede ilk
bilgisayar bana alınmıştı mesela. Bunda lisede bilgisayar programcılığı
okumamın büyük etkisi oldu ama 2004’ten bahsediyorum sonuçta. Başka yerlerde
çocuklar 5 yaşından beri bilgisayar kullanıyordu. Erkek arkadaşım benden 6 yaş
büyük olmasına rağmen ilkokuldayken falan tanışmış bilgisayarla. Demek teknoloji
de geç gelmiş bizim mahalleye. :)
Neyse çok uzattım. İşte Peyami Safa’nın
Yalnızız isimli o kitabını almayı, okumayı çok istemiştim. 13 lira falandı diye
hatırlıyorum. Ötüken Yayınları’ndanmış o baskı, baktım az önce. Benim de liseye
haftalık 10 lira harçlıkla başlamıştım o zamanlar. Şimdi gözüme ne kadar da az
geliyor o para. Oysa o zamanlar yetiyor da artıyordu bile. Okula otobüsle gidip
geliyordum. Okulun ilk 3 yılı öğlenciydim. Evden yemek yiyip gittiğimden okulda
da pek acıkmazdım ve zaten de kantinden bir şey yemeği de sevmezdim. Biz öyle
pek abur cubur yiyen çocuklar değildik. Bizim evin tek abur cuburu meyveydi
hatta. Ben neredeyse liseden sonra alıştım abur cubura. Yine dağıttım değil mi?
neyse işte, o para bana yetiyor da artıyordu bile. Sonra ben bu kitap için para
biriktirmeye başladım.
Sonra parayı biriktiremedim mi yoksa o
kitabı almaktan vaz mı geçtim ya da parayı başka bir şey için mi harcadım hiç
hatırlayamıyorum. Kitabı almadım. Hatta hala okumadım. Geçen gün instagramda
dolanırken takip ettiğim birinin profilinde gördüm bu kitabı da içim cız etti. O
kitabı alabilmek için harcadığım çabayı hatırladım, hüzünlendim. Bir kitap
alabilmek için bile ne kadar uğraşmışım. :)
Böyle söylüyorum ama kitap konusunda
fazla eksiklik çekmedim. Bir kere İl Halk Kütüphanesini keşfetmiştim. O
zamanlar ödünç kitap veren kısmı Saat Kulesi’nin oradaydı. Kütüphane de
Balıkesir Endüstri Meslek Lisesi’nin ordaydı. Ben de zaten 8. sınıftan itibaren
o ödünç kitap veren kütüphaneye üyeydim ve Balıkesir’den ayrılıncaya kadar
neredeyse tüm kitaplarını okumuştum. :) Zaten iki odadan oluşan küçücük bir
yerdi. Kütüphane görevlisi Narin Abla’yı çok severdim. Normalde en fazla 2
kitaba izin verirken ben her zaman 3 ya da 4 kitap alır, bir haftada bitirir
geri götürürdüm. Hem hızlı okuyorum diye hem de yıpranmış kitapları tamir
ediyorum diye sesini çıkarmazdı bana hiç. E o zamanlar eve internet girmemişti
(liseden mezun olduktan sonra internet bağlattık) ve ben lise sona geçinceye
kadar cep telefonu kullanmamakta çok ısrarcıydım. Tek eğlentim okumaktı neyse
ki.
Gelelim
çelınca:
6- Hatırladığın en eski anını
hatırlatır mısın?
1,5 yaşında falanım. (Yaşımı sonradan
annem söyledi.) Ayşelerin evindeyiz. Ayşe benim bebeklikten beri komşum. Eskiden
yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi ama 15 yaşımdan sonra görüşmeyi bıraktım. Normalde
pek kullanmadıkları bir oda var evlerinde. Yani sonraki yıllarda o odayı pek
kullandıklarını görmedim. O odadayız. Tahta divanlar vardır bilir misiniz? Öyle
bir divan var, annem otuyor üzerinde. Ben de sandalyenin üzerine çıkıp yanına
oturmaya çalışacağım. Ama sandalye arkaya doğru kaykılıyor ve ben yere
düşüyorum. Düşerken de televizyon sehpasına çarpıyorum. Eski tip sehpalar var
ya alt gözüne bir şeyler konur, en altında da kapaklı bir dolabı olur. Onun keskin
köşesine çarpıyorum ve kaşım yarılıyor. Sonra hatırladığım şey annem elinde bir
bezle kanı durdurmaya çalışıyor, kucağındayım ve hastaneye gidiyoruz. Yolu çok
fazla hatırlamıyorum. Sadece Ayşelerin evinin önünden geçen demir yolu ve bizim
biraz ilerleyişimiz. Bu kadar. Sonraki hatırladığım ise üzerimde yanan
lambalar. Evet, ameliyathanedeki gibi lambalar. Buranın ameliyathane gibi bir
yer olduğunu biraz daha büyüyünce televizyonda gördüklerimden anladım. Doktor başımda
kaşımı dikiyor, bir yandan da sanırım korkmamam için benimle bir şeyler
konuşuyor. Annem o zaman yeni yeni konuşuyordun diyor hep. Konuşmalarımızı hatırlamıyorum.
Sonraki hatırladığım şey ise: evimizin kapısındayız. Kapıyı açıyoruz. Babam salonda
yere oturmuş, televizyon izliyor. Bana bakıyor ve bağırmaya başlıyor: “Ne oldu
bu çocuğun gözüne?!” diye. Kaşımı dikmiş doktor, üzerini de sargı bezi gibi bir
şeyle kapatmış, ama bez büyük olacak herhalde gözüme kadar kapanmış. Son hatırladığım
babamın o paniği işte.
Biraz uzun oldu ama ilk anım budur. Ali,
bu kadar eski bir anıyı nasıl hatırlıyorsun, ben ilkokul yıllarımı bile
hatırlamıyorum, diyor ama bilemiyorum. Unutmak en çok korktuğum şey bu hayatta.
Belki de o yüzden, bilemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder