22 Ocak 2017 Pazar

Yalnızız

         


         Liseye başladığım yıldı sanırım (2004’te başladım), her gün okul çıkışı evime giden otobüse binmek için Sütlüce’den Altıeylül Pasajı’nın oraya gitmek için o yolu yürürdüm. Önce kahvelerin önünden, sonra bir kasap vardı –vitrinindeki etler maket gibi dururdu-, sonra ayakkabıcı derken öyle bakına bakına giderdim. Dümdüz bir yol. Yolumun üzerinde bir kitapçı vardı. Her gün geçerken vitrinindeki kitaplara bakardım. Bir gün Peyami Safa’nın Yalnızız kitabını gördüm vitrinde. Kapağı görseldeki gibiydi. O kitabı okumayı çok istemiştim.
         Ben hiçbir zaman ailemden bir şey isteyebilen bir çocuk olmadım. “Ben şu ayakkabıyı, pantolonu istiyorum.” diyemezdim. Utanırdım bir kere. Yük olacakmışım gibi gelirdi. Babam hep yorgun gelirdi eve, sonra ben okula başlayınca annem de çalışmaya başladı. Demek ki yetmiyor dedi çocuk aklım. Çocukken insan fakirliğin ne demek olduğunu bilmiyor da büyüdükçe anlamaya başlıyor. Hoş küçükken de isteyemezdim bir şey de… Gerçi istesem alınırdı muhtemelen. Her ne kadar diğer çocuklar gibi her yeni çıkan şey alınmasa da bana göre hiç eksiğim yoktu. Hala da öyle düşünürüm. Mahallede ilk bilgisayar bana alınmıştı mesela. Bunda lisede bilgisayar programcılığı okumamın büyük etkisi oldu ama 2004’ten bahsediyorum sonuçta. Başka yerlerde çocuklar 5 yaşından beri bilgisayar kullanıyordu. Erkek arkadaşım benden 6 yaş büyük olmasına rağmen ilkokuldayken falan tanışmış bilgisayarla. Demek teknoloji de geç gelmiş bizim mahalleye. :)
         Neyse çok uzattım. İşte Peyami Safa’nın Yalnızız isimli o kitabını almayı, okumayı çok istemiştim. 13 lira falandı diye hatırlıyorum. Ötüken Yayınları’ndanmış o baskı, baktım az önce. Benim de liseye haftalık 10 lira harçlıkla başlamıştım o zamanlar. Şimdi gözüme ne kadar da az geliyor o para. Oysa o zamanlar yetiyor da artıyordu bile. Okula otobüsle gidip geliyordum. Okulun ilk 3 yılı öğlenciydim. Evden yemek yiyip gittiğimden okulda da pek acıkmazdım ve zaten de kantinden bir şey yemeği de sevmezdim. Biz öyle pek abur cubur yiyen çocuklar değildik. Bizim evin tek abur cuburu meyveydi hatta. Ben neredeyse liseden sonra alıştım abur cubura. Yine dağıttım değil mi? neyse işte, o para bana yetiyor da artıyordu bile. Sonra ben bu kitap için para biriktirmeye başladım.
         Sonra parayı biriktiremedim mi yoksa o kitabı almaktan vaz mı geçtim ya da parayı başka bir şey için mi harcadım hiç hatırlayamıyorum. Kitabı almadım. Hatta hala okumadım. Geçen gün instagramda dolanırken takip ettiğim birinin profilinde gördüm bu kitabı da içim cız etti. O kitabı alabilmek için harcadığım çabayı hatırladım, hüzünlendim. Bir kitap alabilmek için bile ne kadar uğraşmışım. :)

         Böyle söylüyorum ama kitap konusunda fazla eksiklik çekmedim. Bir kere İl Halk Kütüphanesini keşfetmiştim. O zamanlar ödünç kitap veren kısmı Saat Kulesi’nin oradaydı. Kütüphane de Balıkesir Endüstri Meslek Lisesi’nin ordaydı. Ben de zaten 8. sınıftan itibaren o ödünç kitap veren kütüphaneye üyeydim ve Balıkesir’den ayrılıncaya kadar neredeyse tüm kitaplarını okumuştum. :) Zaten iki odadan oluşan küçücük bir yerdi. Kütüphane görevlisi Narin Abla’yı çok severdim. Normalde en fazla 2 kitaba izin verirken ben her zaman 3 ya da 4 kitap alır, bir haftada bitirir geri götürürdüm. Hem hızlı okuyorum diye hem de yıpranmış kitapları tamir ediyorum diye sesini çıkarmazdı bana hiç. E o zamanlar eve internet girmemişti (liseden mezun olduktan sonra internet bağlattık) ve ben lise sona geçinceye kadar cep telefonu kullanmamakta çok ısrarcıydım. Tek eğlentim okumaktı neyse ki.


Gelelim çelınca:
         6- Hatırladığın en eski anını hatırlatır mısın?
         1,5 yaşında falanım. (Yaşımı sonradan annem söyledi.) Ayşelerin evindeyiz. Ayşe benim bebeklikten beri komşum. Eskiden yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi ama 15 yaşımdan sonra görüşmeyi bıraktım. Normalde pek kullanmadıkları bir oda var evlerinde. Yani sonraki yıllarda o odayı pek kullandıklarını görmedim. O odadayız. Tahta divanlar vardır bilir misiniz? Öyle bir divan var, annem otuyor üzerinde. Ben de sandalyenin üzerine çıkıp yanına oturmaya çalışacağım. Ama sandalye arkaya doğru kaykılıyor ve ben yere düşüyorum. Düşerken de televizyon sehpasına çarpıyorum. Eski tip sehpalar var ya alt gözüne bir şeyler konur, en altında da kapaklı bir dolabı olur. Onun keskin köşesine çarpıyorum ve kaşım yarılıyor. Sonra hatırladığım şey annem elinde bir bezle kanı durdurmaya çalışıyor, kucağındayım ve hastaneye gidiyoruz. Yolu çok fazla hatırlamıyorum. Sadece Ayşelerin evinin önünden geçen demir yolu ve bizim biraz ilerleyişimiz. Bu kadar. Sonraki hatırladığım ise üzerimde yanan lambalar. Evet, ameliyathanedeki gibi lambalar. Buranın ameliyathane gibi bir yer olduğunu biraz daha büyüyünce televizyonda gördüklerimden anladım. Doktor başımda kaşımı dikiyor, bir yandan da sanırım korkmamam için benimle bir şeyler konuşuyor. Annem o zaman yeni yeni konuşuyordun diyor hep. Konuşmalarımızı hatırlamıyorum. Sonraki hatırladığım şey ise: evimizin kapısındayız. Kapıyı açıyoruz. Babam salonda yere oturmuş, televizyon izliyor. Bana bakıyor ve bağırmaya başlıyor: “Ne oldu bu çocuğun gözüne?!” diye. Kaşımı dikmiş doktor, üzerini de sargı bezi gibi bir şeyle kapatmış, ama bez büyük olacak herhalde gözüme kadar kapanmış. Son hatırladığım babamın o paniği işte.

         Biraz uzun oldu ama ilk anım budur. Ali, bu kadar eski bir anıyı nasıl hatırlıyorsun, ben ilkokul yıllarımı bile hatırlamıyorum, diyor ama bilemiyorum. Unutmak en çok korktuğum şey bu hayatta. Belki de o yüzden, bilemiyorum. 

Hiç yorum yok: