27 Haziran 2011 Pazartesi

...

Dün dedemin 52 mevlüdü vardı. Annem hep içinden içinden ağladı. Kimseye fark ettirmemeye çalıştı ama bence herkes farkındaydı. Ninemin de o sırada ağladığına eminim. Bence oldukça kalabalıktı.
Ben dedemin öldüğünü duyduğumdan beri hiç ağlamadım. Ağlayamıyorum. Ne zaman gözlerim dolsa annemin daha da üzüleceğini hatırlıyorum ve geri kaçıyor gözyaşlarım.
Tamam, bekliyorduk bunu. Zaten son gelişimde annem ‘bir daha ya görürsün ya göremezsin’ diye götürmüştü yanına. O zaman gittiğimde son gördüğüme oranla çok fazla zayıflamıştı. Hiçbir şey yiyip içmiyordu. İdrarı kanlı geliyordu. Eve gelen doktor su içmesi gerektiğini söylüyordu ama onu bile içemiyordu.
Daha önce yani başımıza gelmeden önce felcin ne demek olduğunu bile bilmezdim. Dedem felç geçirdiğinde 8. sınıftaydım. O kadar çok etkilenmedim, itiraf ediyorum. Sonuçta dedem yaşlıydı. Zaten yapılan masajlar sayesinde kendi kendine yürüyebilecek düzeye gelmişti yeniden. Ama geçtiğimiz yaz yeniden tekrarladı ve bu kez aldı götürdü.
Annemin yaşlandığını ilk kez teyzem de felç geçirince fark ettim. Dedemden bir yıl sonra oldu onunkisi. Bir haftada saçları beyazladı üzüntüden. Teyzeminki çok daha zordu. Çünkü onun tansiyon, şeker (diyabet) ve beyin kanaması üçü bir arada oldu. Teyzemin o yatakta 6 yıldır yattığına hala inanamıyorum. Hala bir köşede karşılaşacağımızı sanıyorum. Ya da otobüste görüp gidip yanına oturacağımı falan. Ama olmuyor. O, o evde, o yatakta yıllardı yatıyor.
Yine de dedemin acı çekmekten kurtulduğunu düşünmek bir nebze olsun içimi rahatlatıyor. Çünkü son zamanlarda –son bir yıldır sanırım- sırtında falan bası yaraları (açık, kapanmayan yaralar) oluşmaya başlamıştı. Ve hem yaşlı olduğundan hem de onda da şeker çıktığı için iyileşmiyordu. Çünkü şeker hastalığı yaraların iyileşmesini geciktiriyor. Ameliyatlarda falan çok zor oluyor.

Daha önce bütün bunları hiç bilmezdim. Felç ne demek, tansiyon ve şeker hastası nasıl yaşar, nasıl beslenir… Yaşadıkça, başımıza geldikçe öğreniyoruz hepsini. Hastalıklarla iç içe yaşamak ne kadar da zor. 

Yazacak çok şey var aslında bu konuda. Ama elim düğümleniyor sanki. Parmaklarım birbirine dolanıyor. Çıkmıyor hiçbir kelime.
Belki sonra tekrar yazmayı denerim bu konuda.
Sağlıkla kalın.

Kararlar, Dönüşler, Yalanlar

Ne kadar değiştiğimi görmek güzel.  Hala hiç değişmediğini görmek ise ayrı bir güzel. En azından kendi adıma. Doğru bir karar verdiğimi biliyordum zaten. Şu şehre gelirken yine beni isteyeceğini biliyordum. Adım gibi biliyordum. Yeniden yeni yalanlar söyleyeceğini, beni kandırmaya çalışacağını, hepsini, hepsini biliyordum.
Ama bu kez kendimi de biliyordum. Tamam, sevmedim o şehri pek. Olmak istediğim yerden biraz daha uzaklaştırdı orada olmak beni belki, evet. Ama işe de yaradı aynı zamanda. Yaralarımı sardım, ruhumu onardım.
Gelirken hep bir gün yolda pat diye karşıma çıkacağını ve ben yanımda arkadaşlarımdan birine gülümserken seni fark edeceğimi ama kim olduğunu anımsayamayacağımı düşündüm. Öyle olmadı tabii ki. Yüz yüze değil, telefonda da değil, yine msnden konuşmayı yeğledin. Aslında cevap da vermeyecektim. Hoş gerek de yoktu buna zaten de keyfim yerindeydi işte o an. Ne zırvalayacaksın diye merak ettim.
Söz konusu sen olunca hiç yanılmıyorum, biliyor musun? Yine aynı yalanlar, yine aynı cümlelerle kurulan yalanlar hem de. Sen derdini anlatmaya çabalarken eskiden bütün bunlara ne de çabuk inanıyordum diye düşünüyordum ben de. Ne de küçükmüşüm, ne de çocukmuşum ve ne kadar safmışım.
Kendimi seviyorum! Bak bu kez akıllanmışım. Doğru kararlar veriyorum artık. ;))

22 Haziran 2011 Çarşamba

Döndüm - 2

Ertesi gün yine gittik. Öğleye kadar çalıştık. Bu arada ninem de bağdan asma yaprağı topluyordu. Evet, o tarlanın içinde bir de küçük bir bağ var. Öğlen eve gidiyorduk. Bir çanta toplamış. Ben çantayı Ninemin
elinden aldım, önden gidiyordum. Nohudun hemen yanında da mısır var. Mısırların içinden geçerek çıkıyorsunuz yukarıya. Giderken bir şey gördüm kımıldayan. Hiç aklıma gelmiyor yılan olabileceği. Zaten önce kuyruğunu gördüm. Anlamadım tabii ne olduğunu. Bir baktım. Kocaman kafası var. Yılan var diye bağırdım. O da yukarı doğru çıkıyor bu arada. Dedem elinde sopayla koştu ama yakalayamadı. Gitti.
Bonzirik diyorlar onlar bu yılana. Oyun yapıyor insana diyor ninem. Zehirliymiş. Bu kez korktum ama. Bir metreden fazlaydı boyu. Ayy, yine gözümün önüne geldi bak!

Neyse, unutalım o soğuk hayvanı. Eve geldik. Yemek falan yedik. Sonra ninemin topladığı yaprakları şişelere doldurmaya başladık. Pet şişelere koyuyoruz biz. Ama şişenin içi kuru olacak ve yapraklarda. O zaman ne tuz koymaya ne de su koymaya gerek kalıyor. Ağzını da hava almayacak şekilde sıkıca kapattın mı tamam. Kışın yemeğe hazır hale geliyor. Saracağımız zaman şişeyi kesiyoruz. Yaprakları da sıcak suyun içinde beş-on dakika bekletiyoruz ve sarıyoruz.
Evdeyken bana da doldurmuştuk küçük şişelere. Kuşadası’na götüreceğim okula giderken. Çünkü ben sarmasız yaşayamam. :P
Ninem sonra iç hazırlamış. Canım çok istiyordu ne zamandır, vakit bulup da saramadım dedi. Biz de iki tencere sarma sardık kalan yapraklarla. Bu arada da beş şişe doldurmuştuk. Akşam da afiyetle yedik sarmalarımızı.
Perşembe günü de köyün çıkışında bir bağımız daha var. Oraya gittik hep beraber. Ben anlamam yaprak toplamaktan falan ama annem böyle uçlarından uçlarından al dedi. Üzümlerin etrafındakileri fazla elleme dedi. Üzümler sıcaktan yanmasın diyeymiş bu. Ben de öyle topladım onlara baka baka. İki çantada oradan topladık. Eve geldik, onları da koyduk şişelere. Tam 18 şişe yaprak oldu. Herkes yesin, herkes doysun. ;))
Cuma günü de erkenden kalktık ve eve geldik. ;))





18 Haziran 2011 Cumartesi

Döndüm -1

Köye gideceğimi yazmıştım en son. Dün geldik. Bir sürü fotoğraf çekmeyi planlamıştım ama olmadı maalesef. Nedeni de şu: Fotoğraf makinemin şarjı bitti! Tabii ben şarj aletini götürmedim! Çünkü orada elektrik düşük. Prize bir şey takarken korkuyorum hep. Ama sonuçta fotoğraf çekemedim. Siz bulun artık kendimin mi yoksa makinenin mı hışmına uğradığımı.
Neyse fotoğraf yok madem ben kendim ufaktan ufaktan anlatmaya başlayayım:
Cuma günü saat 16.00 gibi köye ulaştık efenim. Biraz oturduk, dinlendik. İki hoşbeş, bir iki hatır sormaca falan… Sonra da hadi tarlaya bahçeye bakmaya gidelim dedik annemle. Çıktık evden. Tarlanın biri çok yakın zaten. Evden çıkınca hemen yolun karşısında. Ninemgil ‘bahçe’ diyorlar oraya ama bence orası kocaman bir tarla. Kaç dönüm olduğunu bilmiyorum ama oldukça büyük. Herhalde onlar eve yakın olduğu için falan bahçe diyorlar. Neyse evin karşısındaki tarlaya gittik tabii ki. Diğerleri uzak zaten. Artık ninemle dedem yaşlandığından bir çoğunu da ekmiyorlar.
Aşağıya doğru uzanan bir tarla bu. Aşağıda da sola doğru kıvrılıyor. Sola dönük bir L yani. Üst tarafı düz, alt tarafı da oldukça eğimli. Zaten köy dağın tepesinde olduğu için düz mekan bulmak biraz zor.
Annem önden gidiyordu, ben de arkadan. Tarlanın kenarlarında da bir sürü meyve ağacı var. Baktım dut ağacı bana gülümsüyor. Şöyle biraz yaklaştım. Dutlar kararmış. Evet, kara dut. Hemen yanında da beyaz dut var. Yeni oluyorlar daha orada da. Bana kadar çıktı yine de. ;)) Dalından meyve yemek gibisi yok. Çok seviyorum bunu. Tabii ben tıkınırken annem çoktan aşağıya varmış bile. Aşağı tarafta havuz var küçücük. Ninem oraya ekiyor sebzesinin bir kısmını. Tabii evin bahçesinde de var. Yoldan karşıya geçince yine var. Yani suya yakın yerler hep. Sebzeler her gün su istiyor doğal olarak.
Uzun zamandır gitmiyordum. Küçükken her yaz giderdik. O zaman ekin de ekiyorlardı susam ya da yulaf da. Bir sürü koyunumuz olduğunu hatırlıyorum. Bir sürü tavuk, bir sürü inek. Çok güzel çoban köpeklerimiz vardı hatta. Tabii bütün bunlar ben çok küçükkendi. Şimdi birkaç inek var sadece. İki kuzu almışlar kurban bayramı için. Besliyorlar. Bir köpek, bir kedi ve 4 ya da 5 yavrusu var.
Annem hep sen o tarlada büyüdün der. Her yaz ekin biçmeye gidiyormuş annem yardım olsun diye. Bana da biçtikleri ekin demetlerini üst üste koyarak üç duvar yapıyorlarmış. Üzerine de bir bez. Küçük bir çadırımsı. ;)) ben de orada duruyormuşum. Annem şimdi diyor: iyi cesaretmiş bende ki. Yılan falan da gelebilirdi diyor. Allah’tan olmamış öyle bir şey. Yoksa kim yazacaktım şimdi şu satırları! :P
Biraz daha büyüktüm herhalde. Ekin anızlarının ayaklarımı çizdiğini, kanattığını hatırlıyorum. Ağustos sıcakları geldi mi kendimi hep o tarlada gibi hissederim. Annemlere evden soğuk su, peynir, ekmek, domates falan taşıdığım gelir gözümün önüne. Hey gidi günler hey! Şimdi iş güç, okul, staj falan derken gidemiyordum hiç. Bu yaz iyi oldu.
Belki okur arkadaşın biri. Kendisi bana elit falan  der de. Sen evinde emeklerken ben o tarlada koşturuyordum bir aşağı bir yukarı çocuk. Şükür ki sarımsağı soğandan, koyunu keçiden ayırt edemeyen bazı arkadaşlar gibi olmadım hiç.

Anılara, dokundurmalara daldık. Lafı unuttuk. Ne diyordum. Hah! Annem havuzun yanına varmış. Bakıyor ninem ne ekmiş diye. Fasulye, biber, patlıcan vardı bir yerde. Onun otunu yolmaya başlamış. Ben de yardım ettim. Çabucak bitirdik. Sonra da suladık havuzun suyuyla. Bu arada çilekler de büyümüş. Onlardan da yedim afiyetle. Dedem iki gün önce topladı da reçel yaptı ninen dedi. Oh dedim, yaptıysa ben yiyebilirim bunları.
Onun bahçesinde her şeyi olur. Soğan, sarımsak, patates, bezelye, börülce, kabak, fındık, elma, armut, dut, asma ve daha bir sürü şey. Çörek otu bile ekmiş, o derece. Gıptayla bakıyorum ona. Seksen yaşına geliyor neredeyse. Hala çok çalışıyor hala çok çalışıyor. Zaten satın almaz pek sebze meyve. Hele hele fasulye ve biberi. Kokuyormuş ona hep. Taa gübresinin, suyunun, toprağının kokusunu aldığını söyler.
Sonra annem nohuta geçti. Nohutlar çiçek dökmeye başlamış artık orada. Ben pazarda görmüştüm ama köyde geç olduğunu söyler annem. Gübre atmıyor zaten ninemler. Onun da otu alınması gerekiyormuş. Başladık annemle ot yolmaya. Geçen yazdı sanırım. Üç günlüğüne gitmiştik yine düğün var diye. O zaman da nohutu yolmuştuk yine annemle. Bu gidişle ekeceğim de diyorum ben de. ;))
Tabii koca tarla nohut. Bitmedi öyle bir saatte. Akşam oluyordu artık. Annem namaz kılayım falan diyordu. Abdest almaya gitmişti havuzun başına ama gitmesiyle gelmesi bir oldu. Yılan görmüş suyun başında. Su içiyordu diyor. Nasıl kaçtığını bilememiş. Tabii ben görmediğim için korkmadım. Annem çok korkmuş. Hemen kaçtık ordan. Eve gittik. Yarım saat falan durduk. Hadi gidelim, dedi ninem. Yılan var falan dedik ama gitmiştir o dedi. Yine gittik. Tabii annem iyice korktu. Her yere bakıyor giderken. Her kıpırtıda irkiliyor falan. Biraz daha çalıştık orada. Sonra da acıktık, akşam oldu diye yolduğumuz otları yüklendik eve geldik. O otları da ineklere verdi dedem. Herkes, Herşey faydalansın. ;))

Kalanını da sonra yazacağım artık. ;))

14 Haziran 2011 Salı

Bugün

Bugün annemle köye gideceğiz öğlen saatlerinde. Cuma günü gelmeyi planlıyoruz. Belki birkaç fotoğraf çekerim.
Dün kuzenimi gördüm. Kore filmleri izleye izleye Korece’yi sökmüş! ;)) Dizilerini bana da verebileceğini söyledi.
Geçen gün de bir arkadaşımla karşılaştım. Onunla da İngilizce çalışacağız birlikte.
Artık takip ettiğim İngilizce siteleri rahatlıkla okuyabiliyorum. Eskiden sadece resimlerine bakmakla yetiniyordum! Çok mutluyum. Olacak, oluyor.


Not: Dün gece çok ilginç şeyler oldu. Bir ara onları da yazarım. Belki dönünce. 

11 Haziran 2011 Cumartesi

Çok uzun zaman oldu; evet.

Puh! Yoruldum yahu!
Annem, ben ve komşumuz yürüyüşe çıktık bu sabah. Oldukça uzun bir yoldu. Atatürk Parkı var burada. Oraya kadar gittik. Gitmişken içine de girelim dedik ve iki tur da içinde attık ve geri döndük. Yorulmuşum. Eeee Aydın’dan döndüğümden beri yürümüyorum neredeyse.
Bundan sonra her gün yürümeyi planlıyorum. Yarın seçim dolayısıyla biraz daha az yürüyeceğim, yürüyeceğiz. Bizim ay kullanmaya gittiğimiz okul biraz uzak kalıyor eve. Ama az önce yukarıda bahsettiğim parka yakın sayılır. Yarın okula kadar gidip gelmeyi yeterli sayacağım. Belki çıkışta pazara da uğrarız. Çünkü okulun tam önünde kocaman bir Pazar yeri var ve Salı ve Cuma günleri Pazar kuruluyor.
Tamam, bu kısmı geçiyorum. Şimdi geçmişten başlayıp anlatmaya devam edeceğim. 17 Mayısta okulum bitti. AA’yla geçmişim. Ama okuldan sınıfımı geçtiğime dair bir belge almam gerekiyordu ve daha başka işlerim vardı. Bu yüzden Balıkesir’e 27 Mayısta geldim. Bu arada bir Çanakkale ve Urla gezisini de araya sıkıştırdım. Çanakkale’de fotoğraf makinem yoktu ama Urla’da birkaç fotoğraf çektim. Onları da yükleyeceğim.
Çanakkale harika bir şehir. İçinde koskoca bir tarihi barındırmasının yanı sıra küçük, şirin bir yer. O açıdan beğendim. Şehitlikler, abideler falan bambaşka zaten. Rehber anlatırken hep ağladım, bolca da dua ettim. İnşallah kabul olur.
Urla… İzmir’in şirince bir ilçesi. O kadar çok gezilecek bir yeri yok ama yediğimiz yemekler, balıklar ve özellikle kahvaltılar harikaydı. 

Aydın'daki yurt odamdan gözüken ağaç bu. Seviyordum kendisini.
Urla
 Urla - Çeşmealtı
  Urla - Çeşmealtı
                                                                 Urla - Çeşmealtı
 Urla - Çeşmealtı
   Urla - Çeşmealtı
Aydın - Yine yurt odasından görünüm


Aydın - Yine yurt odasından görünüm


Aydın - Yine yurt odasından görünüm