26 Ocak 2017 Perşembe

Üzüldükçe Üzüldüm

        
         Pazar günü Japonca kursumdan dönerken otobüs durağında şahit olduklarıma o kadar üzüldüm ki hala kafamdan atamıyorum. Anlayamıyorum. Anlayamadığım, cevaplandıramadığım çok şey var.
         Kurstan çıktım vapura bindim. O kadar çok kalabalıktı ki sohbet eden bir genç kız ve çocuğun karşısına oturmaya karar verdim. Türk olduklarını sanmıştım ama Almanca konuşuyorlardı. Almanca bilmediğimden anlamadım tabii ki. Sonra kulaklığımı kulağıma takmaya uğraşırken hem onların yanındaki 4 koltuk hem de benim yanımdaki koltuk geniş bir aile tarafından doluverdi. Ben de konuşmalarını dinlemeyeyim diye hala okumakta olduğum Zamanın Kısa Tarihi’ni okumaya başladım. Ben kitabımı okurken yanımda oturan kız kakaolu süt içip selfie çekiyordu.
         Vapurdan indikten sonra metroya yürüdüm. Metro da vapur gibi çok kalabalıktı. İlk başta ayakta kalsam da sonra bir yere oturabildim. Kitabımı okumaya devam ederken yanıma oturan adam da bir kitap okumaya başladı. Sona yakındı ama kitabının adını göremedim. Kırmızı ciltli bir kitaptı.
         Metrodan indikten sonra eve giden otobüse binmek için durağa geldim. Beklerken –ki bu durakta beklemekten hiç hoşlanmıyorum, hep çok kalabalık oluyor- bir ara ellerinde “Hayır” broşürleri olan kişiler ilgimi çekti. Olaydan haberim vardı daha önceden. Gidip bir broşür almadım, gerek görmedim. Zaten ben konuyu biliyorum ve destekliyorum. Belki başka birinin ilgisini çeker de gerçekleri görür diye düşündüm. Gençten bir arkadaş belki benden bir-iki yaş küçük bir gence de verdi bir adet broşür. O genç de bir hışımla broşürü yırttı ve sonra tartışmaya başladılar. Bu kadar nefret dolu oluşumuzu, at gözlüklerimizi, anlamamak konusundaki ısrarımızı anlayamıyorum. Bu kadar bilginin içinde o arkadaşın hala nasıl körü körüne bir şeye/birilerine inanıyor olmasına anlam veremiyorum.
         Neyse bu olayı atlattık derken bir ambulans belirdi uzaktan. Acı acı bağırıyordu sirenleri. Trafik de o kadar sıkışık ki kimse ilerlemiyor. Bazı arabalar yol açsa bile bazıları yerinde durmaya devam ediyor. O ambulansın içinde ben de olabilirdim ya da o yolu açmayan arabadakilerden biri de. Bir dakikanın bile ne kadar önemli olduğunu bilmemize rağmen kılımızı kıpırdatmıyoruz. Artık çok duyarsızlaştık sanırım.
         Üçüncü olaya gelelim: bir dede kaybolmuş sanırım, elinde bastonu vardı. Yanında oğlu olduğunu tahmin ettiğim bir adam bas bas bağırıyordu. “Sen taa ….’den –Çiğli mi Tire mi dedi anlayamadım- buralara ne demeye geliyorsun. İki araba insan senin peşinde dolaşmak zorunda mı” diye. Dede sadece dinliyordu. Belli ki Alzheimer hastası. Adam, dedeyi sürükleyerek arabaya soktu.
         Üzüldükçe üzüldüm. Sonra akşam Ali’ye olayları anlattığımda bana bir haber okudu. Japonya’da bir şehir mi yoksa ilçe mi artık neredeyse yaşlılar çok kayboluyormuş. O yüzden yaşlıların baş parmağına kare barkod yapıştırılıyormuş ve o barkodu da okutunca kişinin bilgileri, ev adresi falan tüm bilgileri çıkıyormuş. Biz de Ali’yle o dedenin bastonuna falan ev adresi ya da telefon numarası yapıştırılamaz mı diye konuşmuştuk bu haber öncesinde ya da cebine bir not koyulabilir bilgilerini içeren mesela. O adam nasıl bağırıyordu öyle. Sesi gitmiyor kulaklarımdan. :(
         Yarım saat boyunca bekledim durakta. Tek otobüs var eve giden ve Pazar günleri hep atlayarak ya da geç geliyor. Ben de cinnetlerden cinnet beğeniyorum deyip çelınca geçiyorum hızlıca.
         10- Asla unutmak istemediğin anın.
         İşte bu benim için zor bir soru.

         Çocukluğumun tamamını asla unutmak istemem. Onun haricinde Ali ile yaşadığım hiçbir şeyi ve evlenme teklifi aldığım o günü unutmak istemem sanırım. :)

Hiç yorum yok: