Pazar günü Japonca kursumdan dönerken
otobüs durağında şahit olduklarıma o kadar üzüldüm ki hala kafamdan atamıyorum.
Anlayamıyorum. Anlayamadığım, cevaplandıramadığım çok şey var.
Kurstan çıktım vapura bindim. O kadar
çok kalabalıktı ki sohbet eden bir genç kız ve çocuğun karşısına oturmaya karar
verdim. Türk olduklarını sanmıştım ama Almanca konuşuyorlardı. Almanca bilmediğimden
anlamadım tabii ki. Sonra kulaklığımı kulağıma takmaya uğraşırken hem onların
yanındaki 4 koltuk hem de benim yanımdaki koltuk geniş bir aile tarafından
doluverdi. Ben de konuşmalarını dinlemeyeyim diye hala okumakta olduğum Zamanın
Kısa Tarihi’ni okumaya başladım. Ben kitabımı okurken yanımda oturan kız
kakaolu süt içip selfie çekiyordu.
Vapurdan indikten sonra metroya
yürüdüm. Metro da vapur gibi çok kalabalıktı. İlk başta ayakta kalsam da sonra
bir yere oturabildim. Kitabımı okumaya devam ederken yanıma oturan adam da bir
kitap okumaya başladı. Sona yakındı ama kitabının adını göremedim. Kırmızı ciltli
bir kitaptı.
Metrodan indikten sonra eve giden
otobüse binmek için durağa geldim. Beklerken –ki bu durakta beklemekten hiç
hoşlanmıyorum, hep çok kalabalık oluyor- bir ara ellerinde “Hayır” broşürleri
olan kişiler ilgimi çekti. Olaydan haberim vardı daha önceden. Gidip bir broşür
almadım, gerek görmedim. Zaten ben konuyu biliyorum ve destekliyorum. Belki başka
birinin ilgisini çeker de gerçekleri görür diye düşündüm. Gençten bir arkadaş
belki benden bir-iki yaş küçük bir gence de verdi bir adet broşür. O genç de
bir hışımla broşürü yırttı ve sonra tartışmaya başladılar. Bu kadar nefret dolu
oluşumuzu, at gözlüklerimizi, anlamamak konusundaki ısrarımızı anlayamıyorum. Bu
kadar bilginin içinde o arkadaşın hala nasıl körü körüne bir şeye/birilerine
inanıyor olmasına anlam veremiyorum.
Neyse bu olayı atlattık derken bir
ambulans belirdi uzaktan. Acı acı bağırıyordu sirenleri. Trafik de o kadar
sıkışık ki kimse ilerlemiyor. Bazı arabalar yol açsa bile bazıları yerinde
durmaya devam ediyor. O ambulansın içinde ben de olabilirdim ya da o yolu
açmayan arabadakilerden biri de. Bir dakikanın bile ne kadar önemli olduğunu
bilmemize rağmen kılımızı kıpırdatmıyoruz. Artık çok duyarsızlaştık sanırım.
Üçüncü olaya gelelim: bir dede
kaybolmuş sanırım, elinde bastonu vardı. Yanında oğlu olduğunu tahmin ettiğim
bir adam bas bas bağırıyordu. “Sen taa ….’den –Çiğli mi Tire mi dedi
anlayamadım- buralara ne demeye geliyorsun. İki araba insan senin peşinde
dolaşmak zorunda mı” diye. Dede sadece dinliyordu. Belli ki Alzheimer hastası. Adam,
dedeyi sürükleyerek arabaya soktu.
Üzüldükçe üzüldüm. Sonra akşam Ali’ye
olayları anlattığımda bana bir haber okudu. Japonya’da bir şehir mi yoksa ilçe
mi artık neredeyse yaşlılar çok kayboluyormuş. O yüzden yaşlıların baş
parmağına kare barkod yapıştırılıyormuş ve o barkodu da okutunca kişinin
bilgileri, ev adresi falan tüm bilgileri çıkıyormuş. Biz de Ali’yle o dedenin
bastonuna falan ev adresi ya da telefon numarası yapıştırılamaz mı diye konuşmuştuk
bu haber öncesinde ya da cebine bir not koyulabilir bilgilerini içeren mesela. O
adam nasıl bağırıyordu öyle. Sesi gitmiyor kulaklarımdan. :(
Yarım saat boyunca bekledim durakta. Tek
otobüs var eve giden ve Pazar günleri hep atlayarak ya da geç geliyor. Ben de
cinnetlerden cinnet beğeniyorum deyip çelınca geçiyorum hızlıca.
10-
Asla unutmak istemediğin anın.
İşte bu benim için zor bir soru.
Çocukluğumun tamamını asla unutmak
istemem. Onun haricinde Ali ile yaşadığım hiçbir şeyi ve evlenme teklifi
aldığım o günü unutmak istemem sanırım. :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder